2024, uzunca süren şatafatlı ve çılgın bir partiden sonra etrafı toparlayıp, yıkılanı yerine koyup faturaları ödediğimiz, bütçemizi tekrar denkleştirirken harcamalarımızı kıstığımız bir yıl olacak.
Parti boyunca tedirgin şekilde “Çok açıldık, işler kontrolünden çıktı. Biz bu masrafları nasıl ödeyeceğiz” diye endişelenenlerin gözünden bakarsanız, partinin bitmiş olması rahat bir nefes aldırıyor. Öte yandan önümüzdeki dönemin çok sevimli olmayacağını hatırlatmaya gerek yok.
Doğru politikalarla ekonomik dengelerin yeniden oluştuğu bir bedel ödeme yılı olacak 2024. Eylül ayında açıklanan Orta Vadeli Program’da (OVP) 2024’te büyümede 0,4 puanlık bir yavaşlama ile yüzde 4’lük bir hedef telaffuz edildi, yıllık enflasyonda 30 puandan fazla düşüş öngörüldü.
Bu kadar güçlü bir dezenflasyonun büyümeden böylesine az feragat edilerek elde edilmesi, o zaman da not ettiğimiz gibi ancak ciddi bir sermaye girişi ile mümkün olabilirdi.
Ekim sonunda açıklanan enflasyon raporunda OVP tahminleri daha makul seviyelere çekildi. 2024 sonu enflasyon tahmini yüzde 36’ya yükseltildi, yüzde 42’ye kadar üst bant açıklandı. Yine aynı raporda satır aralarını inceleyerek yüzde 3,7 gibi bir büyüme oranının ima edildiğini tahmin ediyoruz.
Bu tahminler tutar mı? Büyüme tahminini bir parça aşağı çekip yüzde 3,5’li seviyelere getirip, enflasyon tahminini de bir parça yukarı çekip yüzde 45’li seviyelere çıkarırsak, 2024’ü enflasyon raporundaki patikaya yakın seviyelerde bitirmemiz olası görünüyor. Ancak bunun için geri adım atmamak ve mevcut politika duruşunu sürdürebilmek çok önemli.
Daha da iyisi mümkün olur mu? Evet, ancak bunun için 2023’te başlanan ve esas etkilerinin 2024’te görülmesi beklenen kemer sıkma politikalarının sürdürülebilmesi ve geçtiğimiz ay ivme kazanıp 8 milyar dolara yaklaşan yabancı sermaye girişinin hızlanarak devam etmesi önemli.
Yabancı sermaye girişinin sürmesi durumunda büyüme çok olumsuz etkilenmeyecek, döviz likiditesi sıkışıklığı rahatlayacak, mevcut programın terk edilmesi konusunda baskılar da azalacak.
GLOBAL ŞARTLAR TÜRKİYE İÇİN ELVERİŞLİ Mİ?
Küresel konjonktüre baktığımızda 2024 genelinde rüzgar Türkiye’nin arkasından esecek gibi görünüyor. Enflasyonla mücadelede önemli mesafe kaydeden gelişmiş ülkelerin merkez bankalarının bu sayede 2024’te faiz indirimlerine başlamaları bekleniyor.
ABD Merkez Bankası (Fed) muhtemelen yılın ortasına kadar bekleyecek ve yıllık enflasyonun kalıcı şekilde yüzde 3’ün altına indiğinden emin olduktan sonra senenin ikinci yarısında faiz indirimlerine başlayacak. ABD’de aylık istihdam artışlarının 100 bin civarına inmesi durumunda, 2024’te yapılacak faiz indirimlerinin sayısı dörde kadar çıkabilir.
Avrupa Merkez Bankası (ECB) ise Fed’den de erken davranabilir. ECB Başkanı Christine Lagarde her ne kadar enflasyondaki düşüşün kalıcılığından emin olmadıklarını net şekilde dile getirmiş olsa da, büyüme konusunda tahminlerin aşağı çekiliyor olması ECB’nin elini kolaylaştıracak.
Büyük merkez bankalarının faiz indirimleri, Türkiye gibi yabancı sermaye girişine ihtiyaç duyan ülkeler için iyi haber. Ancak Türkiye’nin ana ihracat pazarı olan Avrupa’da 2024’te büyüme tahmininin yüzde 0,5’li seviyelere çekiliyor olması olumlu bir gelişme değil.
‘ACI REÇETENİN’ MALİYETİ NASIL BÖLÜŞTÜRÜLÜR?
2024 yılının en kritik sorularından biri, “acı reçetenin” maliyeti ile ilgili. Kemer sıkma politikaları meyvelerini uzun vadede veren, kısa vadede ekonomiyi yavaşlattığı için “acı reçete” olarak da anılan politikalar.
Bu politikaların başarılı olabilmesi için atılan adımların gerekliliğine toplumun ikna olması ne kadar önemliyse, acı reçetenin maliyetinin topluma nasıl pay edileceği de bir o kadar önemli. Aksi takdirde reçetenin ağırlığı altında ezilenlerin haklı isyanı, vaktinden önce ilacın kullanımına son verilmesi ile sonuçlanabilir. Bu durumda, o zamana kadar ödenen bedel de boşa gider.
Acı reçetenin belki de en “acı” tarafı, doğru kurgulanmazsa enflasyon döneminde en çok zorlanan kesimin, dezenflasyon döneminde de en çok bedel ödeyen kesim olması. Bu yük topluma adil dağıtılmazsa; partiden en az nemalanmış, hatta bilakis zarar görmüş kesim, parti bittiğinde en fazla bedel ödeyen kesim oluyor.
Acı reçete işçiyi de işvereni de etkileyecek. Geçtiğimiz iki yılda bir taraftan ucuz faizle borçlanan, diğer taraftan güçlü talep karşısında artan maliyetlerini fiyatlarına yansıtan firmalar enflasyon ortamından çok olumsuz etkilenmemişti. Acı reçete döneminde ise bu gruplar artan borçlanma maliyetine karşılık azalan talep nedeni ile daha az üretim yapacak. Bazı şirketler iflas edecek. Şirket kârlılığı azalacak.
Sabit gelirli ücretli kesim ise iki yıldır uygulanan enflasyonist politikalardan en olumsuz etkilenen grup oldu. Bu noktada maliyeti dağıtırken en azından düşük faiz döneminin nimetlerinden faydalanamamış, yüksek enflasyon ortamında reel kazanımları erimiş sabit gelirli kesimleri daha çok korumak, kaynak aktarımlarını bu gruplara yönlendirmek önemli.
ÜCRETLİLERİN YÜKÜNÜ AZALTMAK İÇİN NELER YAPILABILİR?
Acı reçete, şüphesiz bir paket. Bir taraftan Merkez Bankası’nın faiz artırarak talebi yavaşlatması; diğer taraftan maliye politikasının harcama önceliklerini tekrar belirlemesi, tasarruflara kamu düzeyinde yapılacak fedakarlıklarla devam etmesi ve bütçeyi kısması gerekiyor. Ancak bunu yaparken öncelik; düşük gelir gruplarını korumak, gelir vergisini daha etkin şekilde toplayarak sosyal adaleti gözetmek olmalı. Bu yapılabildiği sürece acı reçete döneminde kamunun ve firmaların yükü artacak, sabit gelirlilerin yükü ise azalacak.
Bir diğer boyut ücret zamları ile ilgili. Acı reçete uygulanmaya başlandığında işe “ücret zamlarını beklenen enflasyona göre yaparak” başlamak, hele de önümüzdeki 4-5 aylık dönemde yükselişte olması beklenen bir enflasyon trendi varken, reel gelirin erimesine sebep olacak.
Kaldı ki Merkez Bankası’nın enflasyon hedefinin ileriki çeyreklerde yukarı yönlü revize edilme ihtimali de yabana atılmamalı.
Kemal Derviş, 2001 krizi sonrası dönemin başbakanı Bülent Ecevit tarafından Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Hazine Müsteşarı olarak görevlendirilmişti.
2001’DE NE OLMUŞTU?
Son bir not olarak, acı reçetenin yükünün en acımasız şekilde emekçilere yüklendiği örneklerden biri sayılabilecek 2001 dönemini hatırlayalım.
2001’de yıl sonu enflasyonu yüzde 73’tü. 2002’de Uluslarararası Para Fonu (IMF) işçi ücretlerine yüzde 20 zam isterken, Kemal Derviş pazarlıkla zam oranını 28’e çıkardı (Bu döneme ait detaylı bilgi için Taha Akyol‘un “Laf Dinlemedi” kitabını tavsiye ederim). 2002’de yıl sonu enflasyonu ise yüzde 30 olarak gerçekleşti.
Sürdürülebilir büyümenin ön şartı enflasyonla mücadele, enflasyonla mücadelenin de ön şartı acı reçetedir. Ancak bir kez daha altını çizmek gerekir: Alternatifi olmaması, acı reçetenin maliyetlerinin nasıl dağıtılacağı konusunda seçenekler olmadığını göstermez. Bu maliyetin adil dağılımı, uygulanan politikaların toplumun tüm kesimleri tarafından desteklenip, yarıda kesilmemesi için de ön şarttır.